logo
Screen Shot 2022-04-26 at 11.17.36.png

DÖNÜŞEBİLİR İHTİMALLER, TOPLUMSAL KODLAR, DÜRTÜLER ve TİLDA

SÖYLEŞİ MERVE ARKUNLAR 

FOTOĞRAF PETER HAPAK

 

Benim gibi hayatını bu sayfaları ‘doldurmaya’ adamış insanların, kimisinin totem yapıp o anı gerçekleşmiş gibi çizdiği, kimilerinin ise aslında benzer bir totemle kağıda asla geçirmediği bazı listeleri vardır. Günlük yazılacak yazılardan, yapılacak araştırmalardan, etrafta olup biteni kolaçan etme aksiyonu ve güdüsünden bağımsız, dimağı, zevki, tutkuyu ayakta tutan şeylerin izini süren.... Data toplamada işlemci bazen bir filmde sizi çekip götüren anlarda çalışır, bazen bir kitabın sayfalarında çakılıp kalır, okuma lambasının ışığının rengiyle hatırlayacaksınızdır aklınıza yazılan o satırları, ya da bir sergide kalp atışınıza paralel beynin fanının da hızlandığını hissedersiniz. Burada bizim tarafta hep söyleşi hayalleri birikir -en özet durumuyla kovalanır.
 

Söyleşi fikri, söyleşiyi gerçekleştirecek kişide yer edeceği kesin, sonu çok belirsiz bir deneyimdir. Formalitesi kadar hayranlığı ve düş kırıklıklarını da içinde barındırır. Bir mıknatıs gibi kendine çekiyordur sizi karşı taraf. O fikrin yaratıcısı, anlatıcısı, savunucusu, vücut bulduğu beden her kimse. Hayatınıza ortalama bir saatliğine girebilecek olması, gerçekleşme ihtimalinden gerçekleşmesine, bir manşet gibi giderek büyüyen puntolar ve takip edemediğiniz sayılara yükselen tab’lerde ruhunuza işler. Bir palto gibi üstünüzde taşırsınız söyleşi gününe dek, çıkışında o palto ya ıslanmış bir gocuk olur dönüş yolunuzu ağırlaştırır, ya da sırılsıklam olan duygularınızdır, bir an önce evin yolunu tutup deşifreye koyulmak istersiniz. 2015 yılı, John Malkovich ile yapım aşamasındaki bir otelin lobisindeki buluşmam... Üstünde kendi tasarımı nefis takımı, çay içtiğimiz karton bardakları... Her kırıntısıyla anımsıyorum.

 

Bu sayının kuyruklu yıldızı Tilda, 212 ile uzundur ortak hayalimizdi. Neredeyse kendimi bildim bileli demesi, o kadar tuhaf hissettiriyor ki. Çocukluğumda Tilda mı vardı, vardı. Tek kelimeyle zamansız ve zaman ötesi. 61 yaşında. Rol aldığı ilk yapım, Egomania: Island Without Hope 1986’da çekildi. Moonrise Kingdom (2012), Last and First Men (2020), The Human Voice (2020)... Filmografisi sayılamayacak kadar uzun, sinemayı kavrama ve yaşama biçimi bir listede geçiştiremeyecek kadar derin. Bir adayış.
Tilda sadece yetenekleriyle değil, görünümü ve ifadesiyle de kendine has. Yirmi yılı
aşkın bir süredir İskoçya’da, şimdilerde Highland bölgesindeki Moray Firth’e bakan

Nairn’de yaşıyor, Hollywood’un turisti olarak tanımlanan tavrıyla sadece ‘iyi’ yapım-
larda boy gösteren Swinton’ın inzivadan beslendiği, bu yaşamı çok sevdiği her hâlin-
den belli. O gerçek bir ikon. Bir kariyer uğraşı olarak yazmaya dair isteğini okulda

terk etmiş olsa da kelimelerini kendisinden beklediğim özendeki o etkileyici tonda
seçen harika bir kalem olduğunu ben de bu söyleşide keşfedeceğim.

 

John’a gönderme yapmam boşa değil. Zira bu söyleşinin benim için bir gidiş ya da dönüş yolu, ya da gerçek bir lokasyonu ya da sanal bir odası yok. Yazılı ifade, kayıt alınmış bir diyalogdan, aynı masada buluşmaktan her şekilde farklıdır. Size bu sayfalar aracılığıyla, Tilda ile bir soru dizisi mektuplaşması aktaracağım, vakit darlığından mecburi giriştiğimiz bu formattan memnunum.

 

Tilda yazıyor... Düşünmesi bile güzeldi, okumasında da aynı zevki aktarabilmiş olmayı umuyorum. İyi şeyler okumaya da zaman ayırmalı insan. Ve tabii bunun için bi yandan mektuplaşmaya. Beklemeye, yanıt aldığındaki heyecana. Yaşım(ız) mı çıkıyor bu ihtimallerin izini sürdüğümüzde? Romantik mi? Kadınca mı? Hiç sanmıyorum. Kelimelerdeki samimiyete, kısalığın derin anlamına ve yanında gezdirdiği boşluklara her zamankinden çok ihtiyacımız var bana sorarsanız. Hayat, duyguda en yer ettiği şekliyle geçendir. Zaman ya da uğraş, insanın tabiatında duygudan bağımsız işleyebilir mi? Ben de tıpkı Tilda gibi, işimi seviyorum. Kim bilir belki bir gün yüz yüze de buluşuruz?
 

Teşekkürler Tilda. Sen başkasın.

MEMORIA ÜZERİNE


Yönetmen Apichatpong Weerasethakul, Memoria’yı ‘bir tecrit, bir bağlantı ve bir titreşim’ olarak tarif ediyor... Bu açıklama ilk başta kulağa biraz tekinsiz, hatta çelişkili geliyor; ancak bir yavaş sinema örneği olarak Memoria, izleyicisine neredeyse meditatif bir seans yaşatıyor. Sen Memoria’dan nasıl söz etmeyi seviyorsun? Pandemi ile başlayan ve sonu gelmeyen bu kasvet düşünülünce, izleyicinin Memoria’yı nereye koymasını bekliyorsun?


Umuyorum ve inanıyorum ki bu günlerde hepimiz kendimizi taşıyıcı bir deneyime bırakabilmek adına daha elverişli bir pozisyondayız. Kendimizi plansız ve durağan bir hâlde bulunca, hepimizin yalnızlık, derin düşüncelere dalma ve yerinden olma hissiyatlarına aşinalığı kaçınılmaz olarak arttı. Memoria’yı 2019’da hazırlayıp çektiğimizde buna açık olan izleyiciyi besleyeceğine güveniyorduk. Öngöremediğimiz şey ise geçen yıllarda gittikçe yavaşlamış olan dünyaya ne denli avuntu ve yoldaşlık sağlayacağıymış.

İzlemiş olanlar, bu yapımın birçok yönüyle bir filmden daha fazlası olduğunu görerek bizi heyecanlandırdı. Ben, Memoria’yı ‘bir deneyime davet’ olarak tarif ederdim. Hayatınızı değiştirme potansiyeli olan bir tecrübe bu: Gözleriniz, kulaklarınız -ve belli bir seviyeye kadar bilinciniz- muhtemelen asla eskisi gibi olmayacak. Memoria bir gizem hikâyesi, düş manzarasına uzanan bir patika.
 

Memoria’nın bir ‘düş manzarası’ olduğunu söyledin. Aslında, filmin yaratım sürecinin, ikinize de yabancı olan bir ortamda, Weerasethakul ile birlikte, kendi gerçekliğinizi yarattığınız ortak bir düş kurma deneyimi olduğunu söyleyebiliriz. Memoria için her anlamda konfor alanınızı terk ettiniz... Bir oyuncu olarak sana neler hissettirdi?


Gezegenin yeni bir köşesinde bulunmak açısından düşününce, en ücra, en uzak yerleri keşfetmek her zaman en büyük zevklerimden biri oldu.. Birçok açıdan, peşine düştüğümüz bu kaybolmuşluk, yerinden edilmişlik hâli belki de benim konfor alanımın ta kendisidir. Elbette Kolombiya, bizi olağanüstü derecede hoş karşılayan, çok rahat bir yerdi: Kuvvetli bir bağ kurduk ve bu sayede filmimizi yapabilmek için benzer düşüncelere sahip sinema tutkunlarından oluşan bir birlik doğdu.

Jessica’nın ‘çıkmaz’ını nasıl tarif edeceğime gelirsek eğer, o da, performans açısından, olağanüstü besleyici ve külfetsizdi. Aslında, gerilim ve rahatlık arasında gerilmiş bir ipin üzerinde yürümek gibiydi: Jessica’nın -toplumdan ve kendi denge anlayışından- ayrılmışlığı, onun etrafındaki her şeyle derinden bağlantısına açılan bir geçiş kapısı, bir portal aynı zamanda. İşitme duyusu, gördüğü kanıtlara olan dikkati, Bogotá’nın atmosferinden ve Pijao’nun yamaçlarından aldığı haz: Jessica, algılama ve tepki verme becerilerini kazanmak üzere anbean açıldı. Durumu, onu varoluşun bir tür zen hâline konumlandırdı.
İşin doğrusu, Joe’nun kadrajına girmek, bir sanatçı olarak doğrudan kendi konfor alanıma girmek demek benim için. Ortak estetiğimiz, onun ritim ve kadraj anlayışı, uzun çekimlerdeki zaman ve mekân, mevcudiyet ve tavır olarak katkıda bulunmama duyduğu heves, dışa dönük bir performans ve toplumsallaştırılmış kodlamaların -tüm bunlar dürtülerimin tamamına yakındı- her biri beni çok mutlu kıldı. Memoria, bana oldukça yakın olan, dikkate değer bir iş, bir performans. Joe ile yaptığım çalışma, hayatımdaki cevherlerden biri.

 

Memoria, özellikle de Jessica ve Hernan’ın nehrin kenarında gerçekleştirdikleri diyalog aracılığıyla, zaman konseptini de ele alan bir yapım. Zaman kavramı birçok projende karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda, yönetmenlerle filmler henüz yapım aşamasına bile girmeden uzun vakitler geçirdiğin de biliniyor; Luca Guadagnino ile Suspiria’da ve Apichatpong Weerasethakul ile Memoria’da olduğu gibi. Bu durum, yapımların yalnızca birkaç yıl süren hazırlık aşamasının ardından izleyicinin çabucak tükettiği ürünlere dönüştüğü film endüstrisinin geleneklerine de aykırı. Bir proje üzerinde böylesine fazla zaman geçirmeyi (kendini ikna etmek adına) meşrulaştırmak zorunda hissettiğin oluyor mu? Yoksa önemli olan son ürün olarak film değil de, yolculuğun kendisi mi?

 

Uzun, adanmış ve ilham verici ilişkiler kurduğum meslektaşlar bulmak hayatım boyunca önüme çıkan en büyük şanslardan biri oldu. Ve neredeyse tüm dostlarım ile aramdaki bağı oluşturan şeylerden biri de uzun süren hazırlık aşamalarının gerçekten çok ama çok iyi olduğuna dair olan ortak farkındalığımız. Sıklıkla ve doğal olarak, paranın önem taşıması sebebiyle, süreç boyunca ne kadar acı çekilirse çekilsin, kapsamlı bir hazırlık aşaması geçiren bir filmin bundan kâr etmediğine tanık olmadım. Dolayısıyla iş, yolunu genellikle kendisi çizmeli: Biz de işin arkasına takılıyoruz ve o, bizi alıp götürüyor zaten. Telaşa mahal yok. Çekimin kendisine kadar olan yolculuk genellikle tüm süreç içerisindeki en sevdiğim kısım; tartışmalar, sorun çözmeler… Hemen her seferinde en doğru lokasyon hazırlık kısmının son aylarında belli olur, aranan oyuncu tam zamanında ortaya çıkar ya da o rol için uygun yaşa gelir. Ve materyal ancak o zaman derinleşip evrilir. Bu bir inanç işi; izi yolda sürmek ve ne kadar uzun sürerse sürsün, onu takip edebilmek bizim ayrıcalığımız.

İtiraf etmeliyim ki sen filmden ‘son ürün’ olarak bahsedince bir an afalladım. İçgüdülerimin günümüz endüstrisinin gerçeklerinden ne kadar uzak kaldığını bir kez daha fark ettim: Uzun soluklu bu paydaşlıkların büyülü özelliği, sohbetin ve arkadaşlığın aslında bir ağacın gövdesi olmasıdır. Her film de bu bağ sayesinde büyüyen bir dal, hatta yeşeren bir yapraktır.


Sen daha önce hiç ‘patlayan kafa sendromu’na benzer bir tecrübe yaşadın mı? Ya da hiç gaipten sesler duydun mu? Jessica’nın çıkmazını beyazperdede betimlemeye hazırlanırken, bu role ulaşırken anlamı nerelerde aradın?

 

Deneyimlemedim neyse ki. Kafamın içinde kendiminkinden başka bir ses de duymadım. Fakat filmin uzun fikir aşamasında Joe ve ben, ikimiz de bu anlatıya aktardığımız şeyler yaşadık. Filmi yapmaya başladığımızdan bu yana geçen on beş yılda anne ve babamı kaybettim ve Joe ile Jessica’nın ‘kaybolmuşluk’ atmosferinin arayışındayken konuştuğumuzda fark ettim ki bu yalnızca karakterin ‘yabancı’ olduğu bir ülkede yerinden edilmiş hissetmesinin değil, aynı zamanda benim kendi yas sürecime ait çeşitli hâllerin de oldukça benzer bir tarifi oldu. Bu otobiyografik gerçeğin germe halatının, Jessica’nın hayatının özüne dikilmiş olması bana oldukça büyük bir anlam bahşetti: Beni metanetli kılıp olduğum insan olarak kalmamı sağladı; ‘rol yapmayan’, filtresiz, muteber.

 

Memoria’ya tema olarak zihinsel bir yerinden edilmişlik ve yolunu kaybetmişlik hissiyatı hakim. Geçtiğimiz iki yıldaki pandemi süresince sana en çok yolunu kaybetmiş hissettiren neydi?


Yukarıda yas ile alakalı bahsettiğim şeyin -kafa karışıklığı, yörüngesiz ve bulanık bir gelecek, kayıp hissiyatı ve (planlanmış projeleri ve maceraları) boş verme ihtiyacı pandemiye verdiğimiz tepkiyle bağlantılı olarak hâlâ hepimizin üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Hâlâ alçak irtifadayız, umduğumuz ve gerçekleşmesini arzuladığımız şeylerin yasını tutuyoruz. İşe yarar/etkili olmaya dair hevesimiz karşısında, bu his ve güçsüzlüğümüzle daha ahenkli bir şekilde yaşamayı öğrenme imtihanı sahiden karşımızda. Bu bağlamda, hepimizin aynı gemide olduğuna inanıyorum. Ve kuşkusuz bu imtihandan daha gelişmiş varlıklar olarak çıkmanın da bir yolu var. 

Kendi adıma konuşmam gerekirse, iki yıl boyunca minnettar olduğum şeyler yaşadım: Çocuklarım beş aylığına eve geldi ve 2020’nin ilkbahar ve yaz aylarını cennetvari İskoçya’nın ferahlığında nefes alarak, sağlıklı geçirdik. O zamandan beri, Madrid’de Pedro Almodóvar, Galler’de Joanna Hogg, Sydney’de George Miller, Chinchón’da Wes Anderson ve New York’ta Julio Torres ile birlikte toplam beş (!) yapımda durmaksızın çalıştım. Ardı ardına. Bu arada can sıkıcı (neyse ki daha kötüye gitmedi) bir Delta varyantı deneyimim de oldu. Dolayısıyla, sanırım beni 2021’de kişisel anlamda en çok altüst eden şey kişisel alandan, iyileşmekten ve istirahatten mahrum kalmaktı. Ve bir de günümüz uluslararası uçuşlarının sürekli değişen, kafa karıştırıcı kurallarıyla görece kaçınılmaz baş etme zorunluluğu.

TILDA OLMAK


Bu kaotik dünyada akıl sağlığını korumayı nasıl başarıyorsun?

 

Kaosla baş edebilmenin en iyi yolunun onunla arkadaş olmaktan geçtiğine inanıyorum. 

 

Profesyonel bir yazar olmak yerine oyunculuğu seçtin. Kendin için yazmayı
sürdürüyor musun?


Doğruyu söylemek gerekirse, yazar olmamak benim tercihim değildi. Yazmayı çok istiyordum çünkü yazmak, çocukluğumdan üniversite yıllarıma kadar bana cesaret vermişti. Sonra bir baktım ki artık yazmıyorum. Hem de epey uzun süredir. Ardından kendimi başka insanların dünyasına süzülmeye bıraktım. Yakın zamanda, rüzgârın tersine döndüğünü hissettiğim ana kadar da, kafam nereye eserse oraya gitmekten, avare hâlimden vazgeçmedim. Evet, 20 yıl kadar önce belirli bir düzene bağlı kalmadan tekrar yazmaya başladım. Şimdi de düzenli olarak yazmaya başlıyorum.

 

Bir sanat eserinin içinde yaşayabilseydin, o hangisi olurdu?


Hayao Miyazaki’nin ya da Michael Powell’ın manzaraları.
 

Aldığın en iyi hediye neydi?


Son atım. Çünkü o hayatımdaki ilk gerçek arkadaşımdı.
 

Katkıda bulunduğun projeler ve aldığın rollerin çeşitliliği sayesinde çok sayıda insan tarafından yaşı olmayan bir dinamo olarak kabul ediliyorsun. Bir yandan yaşın ilerledikçe epey tecrübe kazandığın da şüphesiz. Yaş almakla alakalı en sevdiğin şey ne?

 

Taşıdığım yüklerden kurtulmak. Ve yaşça benden küçük insanlar. Ve nerede filizlenirse filizlensin, ilham ve yerinde saymamak.

 

Kariyerin boyunca tekrar eden rollerden kaçındığın biliniyor. 2013’te 18 yılın ardından yeniden sahnelediğin performans The Maybe’yi şaşırtıcı bir istisna kılan şey neydi?


Çünkü The Maybe sonu asla gelmeyecek bir proje. Hayatım boyunca tekrar tekrar
sahnelemek istiyorum.


Şu anda David Fincher’ın son filmi The Killer’ı çekiyorsunuz ve Joshua Oppenheimer’ın yeni müzikalinde boy göstereceksin. Bir yandan post-prodüksiyon aşamasında olan beş projen daha var. 61 yaşındasın, filmografindeki 92 yapıma eklenecek yedi yeni eser yolda; -yer aldığın sayısız prodüksiyon ve sanat performansından bahsetmiyorum bile- kariyer amaçlarına ulaştığını söylemek işten bile değil. Seni bu denli yaratıcı kılan nedir?


Merak ve yoldaşlık.

CİNSİYET, KİMLİK & ANNELİK

 

Cinsiyet ve kimlik üzerine günümüzdeki gibi derinlemesine konuşulmadığı dönemlerde, cinsiyetten ‘değişkenliği olası’ bir şey olarak bahsediyordun. Bu yorumunun üzerinden 10 yıldan fazla bir zaman geçti. O zamandan beri görüşlerin değişti mi? Bir kadını kadın yapan şey nedir? 21. yüzyıl’da kadın olmayı nasıl tarif edersin?


İkili/binary paradigmaya bağlılık, cinsiyet konuşmalarında uzun zamandır kafamı karıştırmıştır. Kendimi bildim bileli cinsiyete karşı içtenlikle takındığım bu değişken tavra minnettarım: Oldukça küçük yaşlarımdan beri ‘gerçek’ erkek ya da ‘gerçek’ kadın tanımlamalarına hiç inanmadım; kendimi her zaman, esnek ve genişleyen, yaşamın sürreal bölgesi diyebileceğimiz tarafına yakın hissettim. İtiraf etmek gerekirse, tanımlayıcı kimliklere inandığımdan pek emin değilim: Her bireyin, biçimini ve salınımını anbean seçebilme özgürlüğü olduğuna inanmışımdır hep. Belki de ben kimliği kafamda daha akışkan bir hâlde resmediyorum: Sınırları ve tanımı kesin olarak belirlenmiş bir şey değil; dönüşebilen, daima olasılıklara açık ve çok yönlü bir şey olarak.. Daha à la carte bir şey. Hatta belki de günlük menü değil de; günün yemeği.

Dolayısıyla, 21. yüzyıl kadını olmayı geçtim, bir kadın olarak da neyin tam anlamıyla tanımlanabilir olduğu konusunda kafam karışık, üzgünüm.

 

History’yi herstory’e dönüştüren süreçte, geçtiğimiz 100 yılın en ikonik kadınları kimlerdi sence ve neden?

 

Pas. Listelerin ve ‘en’lerin kimseye bir yararı dokunmaz.

 

Aperture için kaleme aldığın denemede ‘Virginia Woolf yaratıcı bir zihnin yapıtaşının androjen olmak olduğuna inanıyordu’ yazıyordu. İngiliz yazar, eserleriyle senin için önemli bir figür. Woolf ’un şu meşhur sorusunu sen nasıl yanıtlıyorsun: ‘Eğer Shakespeare’in diyelim Judith adında harikulade yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı ne olurdu?’


Büyük ihtimalle, Woolf ’un da belirttiği gibi, on beşinde evlendirilir; bir sürü çocuk doğurur ve belki de en sonuncusunu doğururken ölürdü. Ya da, belki Shakespeare’in tüm kitaplarını o yazmış olurdu...


Yapım ve anlatıcılığını üstlendiğin Women Make Film: A New Road Movie Through Cinema’dan dikkat çekici çıkarımların neler oldu?


Anlaşılabilir ve haklı olarak, insanların gezegen kadar çeşitlilik barındıran filmciler tarafından yapılan filmleri izlemeye olan merakı arttı. Çok da iyi oldu! Aynı zamanda işin gerçeği şu ki; elimizde yüz yaşını geçmiş bir sinema disiplini var. Bu süreçte de kadınların elinden çıkan çok fazla iş bulunuyor. Women Make Films (WMF), kadın yönetmenlerin sinemanın 120 yıldaki gelişimindeki ölçülemez etkisinin yanında, her zaman daha ön planda tutulan erkek meslektaşlarının işlerine nasıl ilham verdiğiyle de ilgileniyor. Kadın yapımcıların, tasarımcıların, yazarların, görüntü yönetmenlerinin, oyuncuların ve nicesinin filmci sıfatı taşıdığı aşikar. Belgeselin odak noktalarından biri de bu.

Belgeselin benim için en büyük dürtülerinden biri de ‘Eksikliklerden yakınıyoruz, ama hadi gelin ve elimizde olanın değerini kutlayıp ondan güç alalım’ yaklaşımıydı. Talep ettiğimiz şey bizden çok uzakta değil. Ve, bizi desteklemek, gelecek nesilleri cesaretlendirmek için hazır. Ya da korkusuz ve kendinden emin bir şekilde ilerlemeyi nasıl tanımlamayı seçeceklerse işte.

 

Pier Paolo Pasolini’nin yönettiği Medea’yı favori filmlerinden biri olarak gösteriyorsun. İlk feminist yazınlardan biri olan Medea’nın güncelliğini korumasını sağlayan şey sence ne?

 

Bu filmle aramdaki bağ aslında Pasolini’nin yaptığı her şeye olan sevgimin olağanüstü Maria Callas ile bir araya gelmesinden kaynaklanıyor. Euripides’in oyununa olan hayranlığım çocuk sahibi olup tutku ve şiddet dolu hayal gücüne dair yepyeni derinlikler keşfettiğimde iyice arttı. Euripides’in Medea’da sunduğu bu bu ıssız vahşet, şaşılacak derecede akıllıca. Birçok toplum tarafından bastırılmış olan bir şeyi onurlandırıyor: Kadınların ötekileştirilmelerinden doğan, baskılanmaya dair sahip oldukları engin bilgileri ve -çocuk doğuran kadınların- içinde yaşadıkları kanlı ve acımasız alanı. Euripides’in oyunu yazmasının üstünden iki bin yıl geçti ve kadınlar hâlâ çaresizlikten kendi çocuklarını öldürüyor. Büyük ihtimalle de bu hep böyle kalacak. Bu ölümsüz metin ve sağladığı perspektif, bir kadının -reddedilen bir âşık olarak- derin ızdırabı, hâlâ bugün yazılmış gibi.

 

İkiz annesi olmanın yanı sıra köpeklerin de var, hatta onlardan biri Okja’ya ilham kaynağı olmuştu. Papa’nın son zamanlarda yaptığı ‘Çocuk yerine evcil hayvan sahibi olmak, babalık ve anneliğin reddidir; bizi eksiltir, insanlığımızdan bir parçayı alır götürür,’ yorumunu mutlaka duymuşsundur. Hayatı boyunca hayvanlarla birlikte yaşamış, köpeklerinin ona ’sabır, yepyeni bir bakış, neşe, sadakat ve neşenin basitliğini’ öğrettiğini söylemiş biri olarak, bu yorum hakkında ne düşünüyorsun? Evcil hayvan bakıcılığı Papa’nın önerdiği gibi ‘bencilce’ bir eylem mi?

 

Papa’nın bu konudaki cehaletine şahit olmak çok üzücü. Belli ki Vatikan’ın bir grup Spaniel’e ihtiyacı var. Eğer bizi insanlığın en yüksek mertebesine ve karşılıksız sevgiye ulaştırabilecek birileri varsa, onlar Spaniel’ler.